otobüs gelir,
durakta gergin bir kalabalık,
arkadan biri bağırır:
“önce büyükler binsin arkadaşlar!”
büyükler biner.
kart okutulmaz.
sistem “geçerli” der,
ama içerideki bakışlar “adaletli mi bu?” diye sorar.
çünkü sabahın köründe işe giden,
son maaşını dolmuş parasına yakan genç,
ücret verir.
ama 65 yaş üstü, torunu gezdirmeye giderken bedava biner.
bu bir saygı meselesi değil,
bu kamu hizmetiyle kişisel ihtiyaç arasında sıkışan bir sistem.
çünkü yaşlılar da haklı:
“bu ülkeye yıllarca hizmet ettik.”
ama çalışanlar da haklı:
“biz hâlâ o ülke için ay sonunu getiremiyoruz.”
ve belediye sessizdir.
çünkü yaşlıyı üzmek siyaseten risklidir,
ama halkın siniri sessizce büyür.
bir koltuk kavgası çıkar,
biri “saygısızsınız!” der,
diğeri “biz bedava bindik diye mi böyle oldunuz?”
ve otobüs durağa gelene kadar,
kimse yaşlılıktan değil, sistemden yorulur.
üniversite sınavında derece yaparsın,
zor bölümü bitirirsin,
stajda fotokopi çekersin,
ilk iş gününde heyecanlısındır:
“proje mi verecekler acaba?”
ama yönetici gelir ve şöyle der:
“bir çay söylesene, içerisi buz gibi olmuş.”
çünkü bu ülkede “mühendis” bazen sadece kartvizitte kalan bir unvandır.
çalıştığın pozisyonda teknik yeterliliğin değil,
çay-kahve samimiyetin daha çok iş görür.
“yeni mezun”san,
çay koyman normal görülür.
“tecrübeli”ysen,
çay isteyene göz devirmen saygısızlık olur.
yani hangi seviyede olursan ol,
kettle daima gözünün ucundadır.
bir süre sonra çay getirmemek “uyumsuzluk”,
itiraz etmek “ekip ruhuna aykırılık” sayılır.
ve sen hâlâ teknik çizim yaparken,
arkandan biri “abi şu kupayı da bir yıkasana” diyebilir.
mühendislik artık hesap kitap değil,
mesai dışı davranışlara göre puanlanan bir sadakat testine dönüşür.
zor bölümü bitirirsin,
stajda fotokopi çekersin,
ilk iş gününde heyecanlısındır:
“proje mi verecekler acaba?”
ama yönetici gelir ve şöyle der:
“bir çay söylesene, içerisi buz gibi olmuş.”
çünkü bu ülkede “mühendis” bazen sadece kartvizitte kalan bir unvandır.
çalıştığın pozisyonda teknik yeterliliğin değil,
çay-kahve samimiyetin daha çok iş görür.
“yeni mezun”san,
çay koyman normal görülür.
“tecrübeli”ysen,
çay isteyene göz devirmen saygısızlık olur.
yani hangi seviyede olursan ol,
kettle daima gözünün ucundadır.
bir süre sonra çay getirmemek “uyumsuzluk”,
itiraz etmek “ekip ruhuna aykırılık” sayılır.
ve sen hâlâ teknik çizim yaparken,
arkandan biri “abi şu kupayı da bir yıkasana” diyebilir.
mühendislik artık hesap kitap değil,
mesai dışı davranışlara göre puanlanan bir sadakat testine dönüşür.
hukuk fakültesini kazanmak zordur,
okumak ayrı sabır, mezun olmak ayrı stres,
ruhsat almak bir başarıdır…
ama hepsi unutulur,
çünkü seni sadece biri evliliği bitirince hatırlar.
“abi çok kötü oldu ya... bir dava açmamız lazım.”
“ya nafaka nasıl alınıyor?”
“mal paylaşımı neye göre oluyo?”
daha "merhaba" demeden,
hayatlarının en dağınık döneminde yanına gelirler.
ve senin uzmanlığın değil,
öfkeye profesyonel kılıf bulman beklenir.
“çocuk kimin olacak” sorusuna medeni cevap verirken,
arka planda “zaten nefret ediyorum ondan” cümlesi akar.
sen uzlaştırmaya çalışırsın,
ama taraflar seni “daha agresif” olmaya zorlar.
ayrıca bir de “arkadaş indirimi” baskısı vardır.
“sen zaten ailedensin be, fazla yazma vekâlet ücreti...”
o an anlarsın,
hukukun değil, ilişkilerin terazisindesin.
ve sen boşanma bittiğinde yine unutulursun.
ta ki birileri yeniden “evde huzur kalmadı” diyene kadar.
okumak ayrı sabır, mezun olmak ayrı stres,
ruhsat almak bir başarıdır…
ama hepsi unutulur,
çünkü seni sadece biri evliliği bitirince hatırlar.
“abi çok kötü oldu ya... bir dava açmamız lazım.”
“ya nafaka nasıl alınıyor?”
“mal paylaşımı neye göre oluyo?”
daha "merhaba" demeden,
hayatlarının en dağınık döneminde yanına gelirler.
ve senin uzmanlığın değil,
öfkeye profesyonel kılıf bulman beklenir.
“çocuk kimin olacak” sorusuna medeni cevap verirken,
arka planda “zaten nefret ediyorum ondan” cümlesi akar.
sen uzlaştırmaya çalışırsın,
ama taraflar seni “daha agresif” olmaya zorlar.
ayrıca bir de “arkadaş indirimi” baskısı vardır.
“sen zaten ailedensin be, fazla yazma vekâlet ücreti...”
o an anlarsın,
hukukun değil, ilişkilerin terazisindesin.
ve sen boşanma bittiğinde yine unutulursun.
ta ki birileri yeniden “evde huzur kalmadı” diyene kadar.
enflasyon olur: öğretmen sabit maaşlı.
mülakat olur: öğretmen sessiz kalmak zorunda.
eğitim düşer: öğretmen suçlanır.
tatile çıkılır:
“ohh keyif yapıyorlar” denir.
ama kimse bilmez ki o tatilde,
öğretmen başkasının çocuğu için endişelenip,
kendi çocuğuna zaman ayıramayan kişidir.
ders planı, nöbet, veli toplantısı, ek iş…
eğitim sisteminin yükü sadece sırtında değil,
omzunda, cebinde ve bazen evinde.
bir yandan çocuğa okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışır,
bir yandan kendi maaşıyla kitap almaya utanır.
çünkü ülkede eğitim değil, sadece sınav sonuçları ölçülür.
ve bu tablo her seferinde öğretmenin yetersizliğiyle açıklanır.
o yüzden “tatil çok sizde” cümlesi,
yalnızca bir küçümseme değil,
binlerce emeğin yok sayıldığı soğuk bir cümledir.
ama buna rağmen sınıfa girer,
tahtayı siler,
çocuklara umut anlatır.
çünkü kimse ona tatili değil,
sabretmeyi öğretti.
mülakat olur: öğretmen sessiz kalmak zorunda.
eğitim düşer: öğretmen suçlanır.
tatile çıkılır:
“ohh keyif yapıyorlar” denir.
ama kimse bilmez ki o tatilde,
öğretmen başkasının çocuğu için endişelenip,
kendi çocuğuna zaman ayıramayan kişidir.
ders planı, nöbet, veli toplantısı, ek iş…
eğitim sisteminin yükü sadece sırtında değil,
omzunda, cebinde ve bazen evinde.
bir yandan çocuğa okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışır,
bir yandan kendi maaşıyla kitap almaya utanır.
çünkü ülkede eğitim değil, sadece sınav sonuçları ölçülür.
ve bu tablo her seferinde öğretmenin yetersizliğiyle açıklanır.
o yüzden “tatil çok sizde” cümlesi,
yalnızca bir küçümseme değil,
binlerce emeğin yok sayıldığı soğuk bir cümledir.
ama buna rağmen sınıfa girer,
tahtayı siler,
çocuklara umut anlatır.
çünkü kimse ona tatili değil,
sabretmeyi öğretti.
mesai bitmiş, saat akşam olmuş,
işçi hâlâ sahada…
ama patron geliyor, gözlerinin içine bakarak:
“Hakkını helal et usta...”
işte o cümleyle birlikte muhasebeye olan umut ölür.
çünkü artık hak, banka değil vicdan üstünden tahsil edilmek isteniyor.
“bugün çok yoğunduk”,
“abi kasada para kalmadı”,
“önümüzdeki ay düzelir” gibi cümlelerle geçiştirilen saatler,
gün sonunda bir helalleşmeyle üstü kapatılır.
ama işçi bilir ki:
helalleşme, sadece ödemenin yapılmadığı durumlarda devreye girer.
çünkü eğer gerçekten hakkı verilseydi,
kimse helallik istemezdi.
fiş olurdu, dekont olurdu, bordro olurdu.
ama şimdi? sadece göz teması ve boş bir teşekkür var.
kısaca:
bu ülkede mesai parası yoksa helallik var,
çünkü parayla ödeyemedikleri emeği,
duayla sıfırlamaya çalışan bir zihniyet var.
işçi hâlâ sahada…
ama patron geliyor, gözlerinin içine bakarak:
“Hakkını helal et usta...”
işte o cümleyle birlikte muhasebeye olan umut ölür.
çünkü artık hak, banka değil vicdan üstünden tahsil edilmek isteniyor.
“bugün çok yoğunduk”,
“abi kasada para kalmadı”,
“önümüzdeki ay düzelir” gibi cümlelerle geçiştirilen saatler,
gün sonunda bir helalleşmeyle üstü kapatılır.
ama işçi bilir ki:
helalleşme, sadece ödemenin yapılmadığı durumlarda devreye girer.
çünkü eğer gerçekten hakkı verilseydi,
kimse helallik istemezdi.
fiş olurdu, dekont olurdu, bordro olurdu.
ama şimdi? sadece göz teması ve boş bir teşekkür var.
kısaca:
bu ülkede mesai parası yoksa helallik var,
çünkü parayla ödeyemedikleri emeği,
duayla sıfırlamaya çalışan bir zihniyet var.
küçük esnaf “zaten geçinemiyoruz” diye açıklıyor,
büyük esnaf “maliyet çok yüksek” diyor,
müşteri de “aman fiş almasam ne olacak” diyerek gönüllü oluyor.
böylece vergi,
sadece bordrolulara kısmet oluyor.
çünkü bu ülkede en masum gibi görünen sorunun cevabı bile
gizli bir vergi kaçırma protokolüne bağlıdır:
“kart mı nakit mi?”
“nakit çekersek indirim yaparız.”
“fiş almazsan şöyle olur...”
“kendi aramızda halledelim abi.”
ve bu sistem o kadar normalize oldu ki,
kimse bunu hile gibi bile görmüyor.
vergiden kaçmak değil,
sistemi aşmak gibi anlatılıyor.
ama sonunda:
vergi yükü bordroda ezilen çalışana kalıyor,
kamu hizmeti azalıyor,
devlet açığı artıyor,
ama hâlâ “millet devleti soyuyor” denmiyor.
çünkü herkes, en az bir kere
“fiş alma, daha uyguna olur” cümlesine “tamam” dedi.
kısaca:
vergi kaçırmak bu ülkede suç değil, neredeyse yaşam stili oldu.
sadece hazine değil vicdan da eriyor.
büyük esnaf “maliyet çok yüksek” diyor,
müşteri de “aman fiş almasam ne olacak” diyerek gönüllü oluyor.
böylece vergi,
sadece bordrolulara kısmet oluyor.
çünkü bu ülkede en masum gibi görünen sorunun cevabı bile
gizli bir vergi kaçırma protokolüne bağlıdır:
“kart mı nakit mi?”
“nakit çekersek indirim yaparız.”
“fiş almazsan şöyle olur...”
“kendi aramızda halledelim abi.”
ve bu sistem o kadar normalize oldu ki,
kimse bunu hile gibi bile görmüyor.
vergiden kaçmak değil,
sistemi aşmak gibi anlatılıyor.
ama sonunda:
vergi yükü bordroda ezilen çalışana kalıyor,
kamu hizmeti azalıyor,
devlet açığı artıyor,
ama hâlâ “millet devleti soyuyor” denmiyor.
çünkü herkes, en az bir kere
“fiş alma, daha uyguna olur” cümlesine “tamam” dedi.
kısaca:
vergi kaçırmak bu ülkede suç değil, neredeyse yaşam stili oldu.
sadece hazine değil vicdan da eriyor.
enflasyonla mücadele sadece market reyonlarında yaşanmıyor.
bir de sessizce büyüyen bir şey var:
“güncel fiyatlar” adı altında yürüyen serbest ahlaksızlık.
aynı ürün,
aynı dükkân,
aynı raf…
ama her soruşta başka bir etiket.
çünkü fiyatı piyasa değil,
esnafın o anki ruh hâli belirliyor.
“zam geldi” deyince hangi kaleme geldiğini soramıyorsun,
çünkü cevap “her şeye geldi kardeşim” oluyor.
yani enflasyon, bahane olmuş;
ahlaki kontrolsüzlük, günlük refleks hâline gelmiş.
sadece zam değil mesele:
eksik tartı, bozuk ürün, değiştirmeyen fiş,
ama hâlâ “biz ayakta kalmaya çalışıyoruz” savunması.
evet, herkes zor durumda.
ama bazıları o zorluğu alıp fırsata çevirmenin yolunu bulmuş.
ve bu artık bireysel değil, sistematik.
kısaca:
Türkiye'de enflasyon sadece paranın değil, karakterin de değerini düşürdü.
etiket değişti, ama esnaflık değil,
fırsatçılık yükseldi, ahlaksızlık arşa ulaştı.
bir de sessizce büyüyen bir şey var:
“güncel fiyatlar” adı altında yürüyen serbest ahlaksızlık.
aynı ürün,
aynı dükkân,
aynı raf…
ama her soruşta başka bir etiket.
çünkü fiyatı piyasa değil,
esnafın o anki ruh hâli belirliyor.
“zam geldi” deyince hangi kaleme geldiğini soramıyorsun,
çünkü cevap “her şeye geldi kardeşim” oluyor.
yani enflasyon, bahane olmuş;
ahlaki kontrolsüzlük, günlük refleks hâline gelmiş.
sadece zam değil mesele:
eksik tartı, bozuk ürün, değiştirmeyen fiş,
ama hâlâ “biz ayakta kalmaya çalışıyoruz” savunması.
evet, herkes zor durumda.
ama bazıları o zorluğu alıp fırsata çevirmenin yolunu bulmuş.
ve bu artık bireysel değil, sistematik.
kısaca:
Türkiye'de enflasyon sadece paranın değil, karakterin de değerini düşürdü.
etiket değişti, ama esnaflık değil,
fırsatçılık yükseldi, ahlaksızlık arşa ulaştı.
biri “can kurtarıyor”,
diğeri “insan yetiştiriyor.”
ama konu medenilikse… tartışma meslekte değil, insanda başlar.
doktorlar der ki:
“biz olmasak yaşama şansınız olmaz.”
öğretmenler der ki:
“biz olmasak o doktor zaten olmaz.”
bu tartışma, aslında meslekler arasında değil,
statü ve tahammül arasında döner.
biri hayat kurtardığı için yüceltilir,
diğeri tatil günleriyle yargılanır.
ama kimse sormaz:
“medenilik, kaç saat nöbet tuttuğunla mı, yoksa insanla nasıl konuştuğunla mı ölçülür?”
çünkü bazı doktorlar vardır, tahlil sonuçlarına bakmadan azarlayan.
bazı öğretmenler vardır, öğrenciyi ezerek “eğitim” verdiğini sanan.
ve bazı insanlar vardır, ünvanı olmasa da insan gibi davranır.
yani
medeniyet meslekle değil, kişilikle gelir.
beyaz önlük de kravat da bunu garantilemez.
diğeri “insan yetiştiriyor.”
ama konu medenilikse… tartışma meslekte değil, insanda başlar.
doktorlar der ki:
“biz olmasak yaşama şansınız olmaz.”
öğretmenler der ki:
“biz olmasak o doktor zaten olmaz.”
bu tartışma, aslında meslekler arasında değil,
statü ve tahammül arasında döner.
biri hayat kurtardığı için yüceltilir,
diğeri tatil günleriyle yargılanır.
ama kimse sormaz:
“medenilik, kaç saat nöbet tuttuğunla mı, yoksa insanla nasıl konuştuğunla mı ölçülür?”
çünkü bazı doktorlar vardır, tahlil sonuçlarına bakmadan azarlayan.
bazı öğretmenler vardır, öğrenciyi ezerek “eğitim” verdiğini sanan.
ve bazı insanlar vardır, ünvanı olmasa da insan gibi davranır.
yani
medeniyet meslekle değil, kişilikle gelir.
beyaz önlük de kravat da bunu garantilemez.
burası türkiye.
resmî tatil 1,5 günse... şirket maili 27 gün gecikmiş gibi döner.
bayram tatili 3 günse... dönüşte seni bekleyen işler öyle bir birikmiştir ki, sanki 3 ay yurtdışına gitmişsin de kimse yerine bakmamış gibi hissettirir.
bu ülkenin beyaz yakalısı:
takvime martta bakar, nisandaki tatili işaretler.
3 günlük tatil için 45 günlük motivasyon toplar.
ve sonra tatil gelir…
hava kötüdür, para yetmez, kalabalık bunalıtır ama OLSUN — tatildir.
story atılır, biraz dinlenilir.
ama o geri dönüş yok mu...
mail kutusu: 172 okunmamış, 13 acil.
slack: “konuya hâkim misin?” diye iğneleyen mesajlar.
patron: “tatildeydi ama sen bilirsin belki…” diye üstünden geçer.
müşteri: “o dosya hazır mıydı?” der, ama dosyanın varlığını tatilden önce kimse hatırlamamıştır.
ve en kötüsü: zihin hâlâ tatilde değildir ama hesap soranlar çoktandır mesaiye dönmüştür.
beyaz yakalıyı en çok yoran şey, tatilin kendisi değil;
tatilden döndükten sonra tatil yapmış gibi hissettirilmesi.
çünkü sistem öyle kurulu ki, sanki 3 gün dinlenmen için 18 gün suç işlemişsin gibi davranılır.
tatilden dönüşte yaşanan iç diyalog:
"acaba fazla mı uzaklaştım?"
"güncellemeleri kaçırdım mı?"
"benden habersiz bir şey mi oldu?"
"tatil hakkımı harcamış gibi hissettim..."
"sanki biraz daha çalışmalıydım..."
hayır tatlım, sadece 3 gün tatil yaptın.
ve bu suç değil.
ama ülke öyle ki, izin kullanmak lüks, geri dönmek pişmanlık.
çünkü kimse aslında tatil yapmanı istemiyor.
herkes senin çalışırken “durmadan” olmanı, durduğunda bile çalışıyor gibi görünmeni istiyor.
resmî tatil 1,5 günse... şirket maili 27 gün gecikmiş gibi döner.
bayram tatili 3 günse... dönüşte seni bekleyen işler öyle bir birikmiştir ki, sanki 3 ay yurtdışına gitmişsin de kimse yerine bakmamış gibi hissettirir.
bu ülkenin beyaz yakalısı:
takvime martta bakar, nisandaki tatili işaretler.
3 günlük tatil için 45 günlük motivasyon toplar.
ve sonra tatil gelir…
hava kötüdür, para yetmez, kalabalık bunalıtır ama OLSUN — tatildir.
story atılır, biraz dinlenilir.
ama o geri dönüş yok mu...
mail kutusu: 172 okunmamış, 13 acil.
slack: “konuya hâkim misin?” diye iğneleyen mesajlar.
patron: “tatildeydi ama sen bilirsin belki…” diye üstünden geçer.
müşteri: “o dosya hazır mıydı?” der, ama dosyanın varlığını tatilden önce kimse hatırlamamıştır.
ve en kötüsü: zihin hâlâ tatilde değildir ama hesap soranlar çoktandır mesaiye dönmüştür.
beyaz yakalıyı en çok yoran şey, tatilin kendisi değil;
tatilden döndükten sonra tatil yapmış gibi hissettirilmesi.
çünkü sistem öyle kurulu ki, sanki 3 gün dinlenmen için 18 gün suç işlemişsin gibi davranılır.
tatilden dönüşte yaşanan iç diyalog:
"acaba fazla mı uzaklaştım?"
"güncellemeleri kaçırdım mı?"
"benden habersiz bir şey mi oldu?"
"tatil hakkımı harcamış gibi hissettim..."
"sanki biraz daha çalışmalıydım..."
hayır tatlım, sadece 3 gün tatil yaptın.
ve bu suç değil.
ama ülke öyle ki, izin kullanmak lüks, geri dönmek pişmanlık.
çünkü kimse aslında tatil yapmanı istemiyor.
herkes senin çalışırken “durmadan” olmanı, durduğunda bile çalışıyor gibi görünmeni istiyor.
bu ülkenin en iyi fikirleri, en doğru cümleleri ve en sağlam duruşları artık sessiz kalmayı tercih ediyor.
çünkü konuşmanın bir karşılığı kalmadı.
çünkü herkesin sesi var ama değeri yok.
bir bakıyorsun, alanında uzman biri yanlış bilgiyi düzeltmeye çalışıyor — linç yiyor.
bir diğeri usulünce eleştiriyor — “hain” deniyor.
başka biri doğru bildiğini yazıyor — herkes susuyor, yalnız bırakılıyor.
ve sonra o insanlar susuyor.
çekiliyorlar.
duvarın arkasından izlemeye başlıyorlar.
çünkü bu ülkede artık nitelik cezalandırılıyor,
bağıran değil, susup işini yapmaya çalışan dışlanıyor.
kim bu nitelikli sessizlikte olanlar?
okumuş, araştırmış ama artık yorum yapmayan akademisyen.
müzikle, sinemayla, sanatla var olmaya çalışan ama her şeyin politikleştiğini gören genç.
bir dönem çok üretmiş ama artık “bir şey değişmez” deyip kenara çekilmiş insan.
sosyal medyada sadece izleyen ama paylaşmayan, beğenmeyen, yorum yapmayan zihinler.
konuşsa çok şey anlatacak insanlar artık kendini korumak için susuyor.
çünkü artık her söz ya yanlış anlaşılıyor ya da kasti olarak çarpıtılıyor.
daha da kötüsü: sustuğun zaman bile “niye sustun?” diye suçlanıyorsun.
bunun adı: nitelikli sessizlik.
bu suskunluk ne umursamamazlık ne de bilgisizlik.
bu, yorulmuşluk.
sözünü değil, aklını korumaya çalışanların sessizliği bu.
ve şu an bu ülkenin en çok ihtiyacı olan şey de zaten o sessiz kalanların yeniden konuşması.
ama kim ikna edecek onları?
ve neyle?
çünkü konuşmanın bir karşılığı kalmadı.
çünkü herkesin sesi var ama değeri yok.
bir bakıyorsun, alanında uzman biri yanlış bilgiyi düzeltmeye çalışıyor — linç yiyor.
bir diğeri usulünce eleştiriyor — “hain” deniyor.
başka biri doğru bildiğini yazıyor — herkes susuyor, yalnız bırakılıyor.
ve sonra o insanlar susuyor.
çekiliyorlar.
duvarın arkasından izlemeye başlıyorlar.
çünkü bu ülkede artık nitelik cezalandırılıyor,
bağıran değil, susup işini yapmaya çalışan dışlanıyor.
kim bu nitelikli sessizlikte olanlar?
okumuş, araştırmış ama artık yorum yapmayan akademisyen.
müzikle, sinemayla, sanatla var olmaya çalışan ama her şeyin politikleştiğini gören genç.
bir dönem çok üretmiş ama artık “bir şey değişmez” deyip kenara çekilmiş insan.
sosyal medyada sadece izleyen ama paylaşmayan, beğenmeyen, yorum yapmayan zihinler.
konuşsa çok şey anlatacak insanlar artık kendini korumak için susuyor.
çünkü artık her söz ya yanlış anlaşılıyor ya da kasti olarak çarpıtılıyor.
daha da kötüsü: sustuğun zaman bile “niye sustun?” diye suçlanıyorsun.
bunun adı: nitelikli sessizlik.
bu suskunluk ne umursamamazlık ne de bilgisizlik.
bu, yorulmuşluk.
sözünü değil, aklını korumaya çalışanların sessizliği bu.
ve şu an bu ülkenin en çok ihtiyacı olan şey de zaten o sessiz kalanların yeniden konuşması.
ama kim ikna edecek onları?
ve neyle?
bak burası çok net: eğer iş görüşmesinde “biz bir aileyiz” denmişse… oradan hızla uzaklaş.
çünkü o “aile” büyük ihtimalle:
pazar günü arar,
fazla mesaiyi sevgiyle ister,
ve en kötüsü, maaşı geç yatırır ama 'sen bize lazımsın' der.
çalışanına “ekip arkadaşı” ya da “profesyonel” demek yerine “ailemizin bir ferdi” diyen yerler… genellikle mobbing'i “samimiyet” diye paketleyip sunan yerlerdir.
şöyle düşün:
bir evde kavga olur → barışırsın, çünkü kan bağın var.
ama şirkette patron sinirli → "abi bugün fazla tartışmayalım, ailesiyiz sonuçta" mı diyeceksin?
yok öyle bir şey. bu kurumsal değil, bu duygusal manipülasyon.
"biz bir aileyiz" diyen şirketlerin 5 ortak özelliği:
net bir mesai saati yoktur, çünkü “evde zaman mı tutulur?”
yöneticiye bir şey soramazsın, çünkü “babanı sorgular mısın?”
izin hakkın bir duygusal pazarlığa döner, çünkü “ailende birine yük olmazsın.”
maaş gecikirse mazaret çoktur, çünkü “önemli olan para değil, değer görmek.”
çıkmak istersen duygusal tehdit gelir: “biz seni gerçekten çok seviyoruz.”
ya lütfen... ben işe duygusal bağ kurmaya değil, kira ödemeye geldim.
çalışanlar arkadaş olabilir, ekip içi güzel bağlar da kurulabilir. ama bunlar işyerinin profesyonel sınırlarını ortadan kaldırmak için bir bahane olamaz. iş yeri “aile” değil, anlaşmadır.
kısaca: iş görüşmesinde “biz bir aileyiz” cümlesini duyduysan, CV'ni değil, içgüdülerini dinle.
çünkü o “aile” büyük ihtimalle:
pazar günü arar,
fazla mesaiyi sevgiyle ister,
ve en kötüsü, maaşı geç yatırır ama 'sen bize lazımsın' der.
çalışanına “ekip arkadaşı” ya da “profesyonel” demek yerine “ailemizin bir ferdi” diyen yerler… genellikle mobbing'i “samimiyet” diye paketleyip sunan yerlerdir.
şöyle düşün:
bir evde kavga olur → barışırsın, çünkü kan bağın var.
ama şirkette patron sinirli → "abi bugün fazla tartışmayalım, ailesiyiz sonuçta" mı diyeceksin?
yok öyle bir şey. bu kurumsal değil, bu duygusal manipülasyon.
"biz bir aileyiz" diyen şirketlerin 5 ortak özelliği:
net bir mesai saati yoktur, çünkü “evde zaman mı tutulur?”
yöneticiye bir şey soramazsın, çünkü “babanı sorgular mısın?”
izin hakkın bir duygusal pazarlığa döner, çünkü “ailende birine yük olmazsın.”
maaş gecikirse mazaret çoktur, çünkü “önemli olan para değil, değer görmek.”
çıkmak istersen duygusal tehdit gelir: “biz seni gerçekten çok seviyoruz.”
ya lütfen... ben işe duygusal bağ kurmaya değil, kira ödemeye geldim.
çalışanlar arkadaş olabilir, ekip içi güzel bağlar da kurulabilir. ama bunlar işyerinin profesyonel sınırlarını ortadan kaldırmak için bir bahane olamaz. iş yeri “aile” değil, anlaşmadır.
kısaca: iş görüşmesinde “biz bir aileyiz” cümlesini duyduysan, CV'ni değil, içgüdülerini dinle.
yeni nesil CV'lerin en görünmeyen ama en baskın özelliği: özgüvenli cahillik.
bilmediğini bilmeme, öğrense bile kabullenmeme ve üzerine bir de “çok biliyormuş gibi davranma” yeteneğiyle donatılmış bu özel kitle, hayatın her alanına sızmış durumda. üstelik çoğu kez toplantının en yüksek sesli kişisi de onlar.
bunlar:
bir konuda hiçbir fikri yokken “bence de tam tersi” diyebilir.
“ben detaylara çok takılmam” diyerek özensizliği marifet sanır.
hatasını kabul etmez ama seni “fazla duygusal” olmakla suçlar.
ve en tehlikelisi: bu cümleyi kurar → “ben bu konuyu çok araştırdım.”
özgüvenli cahil, bilgisizliğini karizma gibi taşır.
"ben öyle düşünüyorum" der, ama düşünce yerine sadece varsayım sunar.
tartışırken bilgiyle değil, “yüksek ton ve mimikle” ikna etmeye çalışır.
biraz okusan, biraz dinlesen, biraz susmayı denesen... belki güzel bir insan çıkacak içinden. ama yok. özgüvenli cahilin içi de dışı da aynı: ben bilirim.
bu kontenjan artık her yerde:
ajanslarda: strateji diye slogan öneriyor.
üniversitelerde: bölüm 3. sınıf ama hoca gibi konuşuyor.
aile toplantılarında: aşı karşıtı, ama nedenini net bilmiyor.
sosyal medyada: her konuda yorum yazıyor. hepsi de yanlış.
bilmiyorsan sorun yok. ama bilmeyi reddedip üzerine bir de kendinden emin pozlar kesmek, bu ülkeye yapılmış büyük bir kötülük.
kısaca: özgüven iyidir ama bilgisizliğe yalıtım malzemesi yapılmaz.
bilmediğini bilmeme, öğrense bile kabullenmeme ve üzerine bir de “çok biliyormuş gibi davranma” yeteneğiyle donatılmış bu özel kitle, hayatın her alanına sızmış durumda. üstelik çoğu kez toplantının en yüksek sesli kişisi de onlar.
bunlar:
bir konuda hiçbir fikri yokken “bence de tam tersi” diyebilir.
“ben detaylara çok takılmam” diyerek özensizliği marifet sanır.
hatasını kabul etmez ama seni “fazla duygusal” olmakla suçlar.
ve en tehlikelisi: bu cümleyi kurar → “ben bu konuyu çok araştırdım.”
özgüvenli cahil, bilgisizliğini karizma gibi taşır.
"ben öyle düşünüyorum" der, ama düşünce yerine sadece varsayım sunar.
tartışırken bilgiyle değil, “yüksek ton ve mimikle” ikna etmeye çalışır.
biraz okusan, biraz dinlesen, biraz susmayı denesen... belki güzel bir insan çıkacak içinden. ama yok. özgüvenli cahilin içi de dışı da aynı: ben bilirim.
bu kontenjan artık her yerde:
ajanslarda: strateji diye slogan öneriyor.
üniversitelerde: bölüm 3. sınıf ama hoca gibi konuşuyor.
aile toplantılarında: aşı karşıtı, ama nedenini net bilmiyor.
sosyal medyada: her konuda yorum yazıyor. hepsi de yanlış.
bilmiyorsan sorun yok. ama bilmeyi reddedip üzerine bir de kendinden emin pozlar kesmek, bu ülkeye yapılmış büyük bir kötülük.
kısaca: özgüven iyidir ama bilgisizliğe yalıtım malzemesi yapılmaz.
tamam özgürlük var eyvallah ama bazı story'ler var ki... bir meslek grubunu komple gözden düşürebiliyor. çünkü her hikâye paylaşılmaz, hele bazı mesleklerde bu “hikâye” ciddi bir algı krizine yol açıyor.
mesela;
öğretmen: öğrencilerin önünde "kitap okuyun" deyip akşam story'de "nargile keyfi" paylaşmak... yok, olmadı hocam. ayrıca tatilde gittiğiniz her oteli etiketlemenize de gerek yok. siz de insanız ama biz de öğrenciyiz.
imam: cenaze videosuna “mekanı cennet olsun” yazıp bir de üzerine dua story'si atmak... bu story değil, bu yük. ayrıca arka planda oynayan pop müzik de hiç olmamış hocam. 🙏
avukat: mahkeme salonunda selfie çekip “adalet yerini buldu” yazmak... bak canım, story atacağınıza delil toplayın. müvekkil hâlâ tedirgin çünkü.
hemşire / doktor: serum, yara, hastane kokusu derken bir de "gece nöbeti çok zor" story'si... tamam zor ama hikâyeye değil Sağlık Bakanlığı'na atmanız lazım onu.
cenaze levazımatçısı: story'de “bugün çok yoğunduk” demek? yani... empati eksikliği ne diyeyim. story sessize alındı, ruhumuz da öyle.
asker: “karakoldayız, görev başındayız, Allah yâr ve yardımcımız olsun” story'si... bu devlet sırrıdır, içerik değil. (bir de drone çekimiyle story atan vardı, hâlâ tutuklu olabilir.)
hakim: robe altından crocs terlikle story atan birini gördüm. adaletin terazisi değil, mizah terazisi bozuldu.
müfettiş: denetim sırasında çay bardağı, not defteri ve “günün özeti” story'si... abi bu n'oluyor? gizlilik yok mu?
kısaca bazı meslek grupları story değil, saygı ister.
herkesin özel hayatı var ama bazı meslekler “halka açık” duruş gerektirir.
çünkü bir story bazen 15 saniye değil, bir ömür lekesi olur.
mesela;
öğretmen: öğrencilerin önünde "kitap okuyun" deyip akşam story'de "nargile keyfi" paylaşmak... yok, olmadı hocam. ayrıca tatilde gittiğiniz her oteli etiketlemenize de gerek yok. siz de insanız ama biz de öğrenciyiz.
imam: cenaze videosuna “mekanı cennet olsun” yazıp bir de üzerine dua story'si atmak... bu story değil, bu yük. ayrıca arka planda oynayan pop müzik de hiç olmamış hocam. 🙏
avukat: mahkeme salonunda selfie çekip “adalet yerini buldu” yazmak... bak canım, story atacağınıza delil toplayın. müvekkil hâlâ tedirgin çünkü.
hemşire / doktor: serum, yara, hastane kokusu derken bir de "gece nöbeti çok zor" story'si... tamam zor ama hikâyeye değil Sağlık Bakanlığı'na atmanız lazım onu.
cenaze levazımatçısı: story'de “bugün çok yoğunduk” demek? yani... empati eksikliği ne diyeyim. story sessize alındı, ruhumuz da öyle.
asker: “karakoldayız, görev başındayız, Allah yâr ve yardımcımız olsun” story'si... bu devlet sırrıdır, içerik değil. (bir de drone çekimiyle story atan vardı, hâlâ tutuklu olabilir.)
hakim: robe altından crocs terlikle story atan birini gördüm. adaletin terazisi değil, mizah terazisi bozuldu.
müfettiş: denetim sırasında çay bardağı, not defteri ve “günün özeti” story'si... abi bu n'oluyor? gizlilik yok mu?
kısaca bazı meslek grupları story değil, saygı ister.
herkesin özel hayatı var ama bazı meslekler “halka açık” duruş gerektirir.
çünkü bir story bazen 15 saniye değil, bir ömür lekesi olur.
Derya Köroğlu, 1955 yılında İstanbul'da doğmuş bir müzisyen, besteci ve söz yazarıdır. Tam adı Derya Mustafa Köroğlu olan sanatçı, müzik kariyerine ortaokul yıllarında başlamış, lise ve üniversite dönemlerinde de müzikle ilgilenmeye devam etmiştir. İlkokulu Ankara Alparslan İlkokulu'nda, ortaokulu Ankara Cumhuriyet Lisesi'nde, liseyi ise Ankara Fen Lisesi'nde tamamlamıştır. 1979 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Bölümü'nden mezun olmuş, 1983 yılında aynı üniversitenin Ekonomi Bölümü'nde yüksek lisans yapmıştır. Bir süre Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü'nde asistan olarak çalıştıktan sonra, 1985 yılında İstanbul'a yerleşerek bilgisayar yazılım sektöründe faaliyet göstermiştir.
Derya Köroğlu, 1977 yılında Selim Atakan ve Zerrin Atakan ile birlikte Yeni Türkü grubunu kurmuştur. Grubun ilk albümü "Buğdayın Türküsü" 1979 yılında yayımlanmış, ancak 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yasaklanmıştır. Köroğlu, grupta solo vokal, gitar, bağlama ve vurmalı çalgılar gibi enstrümanları kullanmakta, grubun bestelerinin büyük bir bölümünde imzası bulunmaktadır.
1997 yılında Köroğlu, "Musikarium" adlı enstrümantal albümünü yayımlamıştır. Bu albüm, etnik ve new-age tarzında enstrümantal parçalardan oluşmaktadır.
Özel hayatında üç evlilik yapmıştır. İlk evliliğini, birçok Yeni Türkü şarkısının söz yazarı olan Meral Özbek ile yapmıştır. İkinci evliliği Sibel Erülgen ile olmuş ve bu evlilik dokuz yıl sürmüştür. 2009 yılında tiyatrocu Ayşe Özgürkaya ile evlenmiştir. Bu evlilikten Yunus adında bir oğlu bulunmaktadır.
Derya Köroğlu, halen Yeni Türkü grubunun solisti olarak müzik kariyerine devam etmektedir. Grup, Türkiye'nin en uzun soluklu müzik gruplarından biri olarak, özgün müzik ve Anadolu rock tarzında eserler vermeye devam etmektedir.
Derya Köroğlu, 1977 yılında Selim Atakan ve Zerrin Atakan ile birlikte Yeni Türkü grubunu kurmuştur. Grubun ilk albümü "Buğdayın Türküsü" 1979 yılında yayımlanmış, ancak 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yasaklanmıştır. Köroğlu, grupta solo vokal, gitar, bağlama ve vurmalı çalgılar gibi enstrümanları kullanmakta, grubun bestelerinin büyük bir bölümünde imzası bulunmaktadır.
1997 yılında Köroğlu, "Musikarium" adlı enstrümantal albümünü yayımlamıştır. Bu albüm, etnik ve new-age tarzında enstrümantal parçalardan oluşmaktadır.
Özel hayatında üç evlilik yapmıştır. İlk evliliğini, birçok Yeni Türkü şarkısının söz yazarı olan Meral Özbek ile yapmıştır. İkinci evliliği Sibel Erülgen ile olmuş ve bu evlilik dokuz yıl sürmüştür. 2009 yılında tiyatrocu Ayşe Özgürkaya ile evlenmiştir. Bu evlilikten Yunus adında bir oğlu bulunmaktadır.
Derya Köroğlu, halen Yeni Türkü grubunun solisti olarak müzik kariyerine devam etmektedir. Grup, Türkiye'nin en uzun soluklu müzik gruplarından biri olarak, özgün müzik ve Anadolu rock tarzında eserler vermeye devam etmektedir.
Runna, koşuculara özel kişiselleştirilmiş antrenman planları sunan İngiltere merkezli bir mobil uygulamadır. 2021 yılında Ben Parker ve Dom Maskell tarafından kurulan girişim, Mart 2022'de mobil mağazalarda yayına alındı. Uygulama, kullanıcıların koşu geçmişi, hedef yarışları, haftalık müsaitlik durumu gibi bilgileri temel alarak onların seviyesine uygun antrenman programları oluşturuyor. Apple Watch, Garmin, Fitbit, Suunto gibi saatlerle entegre çalışarak antrenmanları doğrudan akıllı cihazlara gönderiyor. Uygulamanın ücretli versiyonu yıllık 119.99 dolar, aylık ise 9.99 dolar. 2024 yılında Apple tarafından “Yılın Uygulaması” finalistleri arasında gösterilen Runna, şu anda yaklaşık 90.000 kullanıcıya hizmet veriyor ve mobil mağazalarda Sağlık & Fitness kategorisinde ilk 50 içinde yer alıyor. 2025'te Strava tarafından satın alınarak dikkat çeken bir girişim hâline geldi.
Strava, 2009 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde kurulan, bisiklet, koşu, yüzme gibi açık hava sporlarını takip etmeye yarayan sosyal odaklı bir fitness uygulamasıdır. Kullanıcılar, yaptıkları aktiviteleri GPS yoluyla kaydederken aynı zamanda arkadaşlarıyla karşılaştırma, yorum yapma, etkileşim kurma gibi sosyal özelliklerden de faydalanabiliyor. Şirketin merkezi San Francisco'dadır. Strava, hem amatör hem de profesyonel sporcular tarafından sıklıkla tercih ediliyor. 2025 itibarıyla 150 milyonun üzerinde kullanıcıya ulaşan uygulama, dünya çapında en büyük fitness topluluklarından biri hâline gelmiş durumda. Uygulama, ücretsiz temel özelliklerinin yanı sıra yıllık 79.99 dolar olan ücretli bir üyelik modeli de sunuyor. Kullanıcılar, performans analizi, rota önerileri ve yarış hazırlık programları gibi gelişmiş özelliklere bu üyelikle ulaşabiliyor.
Neha Tomar, sahne adıyla Nato The Artist, Hindistan'ın Mumbai kentinde yaşayan bir şarkıcı ve söz yazarıdır. Kariyerine bağımsız müzik sahnesinde başlayan sanatçı, geleneksel Hint müziği ile modern pop, Sufi rock ve dünya müziği unsurlarını harmanlayan bir tarz geliştirmiştir. Çok dilli bir sanatçı olan Tomar, Hintçe, Pencapça, İngilizce, İspanyolca ve Tamilce dillerinde şarkılar söyleyebilmektedir.
Müzikal kariyerine 2020 yılında başlayan Nato, ilk albümü "Nato is Here"ı ve ardından 2022'de "Nato is Here 2.0" adlı ikinci albümünü yayımlamıştır. Bu albümler, bağımsız müzik sahnesinde dikkat çekmesini sağlamıştır. 2024 yılında "Reboot" albümünü ve "Won't Look Back Now" adlı teklisini yayımlamıştır.
Sanatçı, Kailash Kher gibi tanınmış isimlerle sahne almış ve onun konserlerinde açılış performansları gerçekleştirmiştir. Ayrıca, Kaladhaam Academy'de Hindustani klasik müziği eğitimi alarak müzikal bilgisini derinleştirmiştir.
Neha Tomar, müziğini kişisel deneyimlerinden ilham alarak oluşturduğunu belirtmiştir. Kendi ifadesiyle, "Bazı acı verici ve mutlu anılar, müzik yapma ilhamımı oluşturuyor."
Rolling Stone India
Sanatçı, 2024 yılında Birleşik Krallık'ta "Aarambh" adlı bir turneye çıkmış ve Manchester, Londra ve Birmingham gibi şehirlerde performans sergilemiştir. Bu turne, onun uluslararası alanda tanınmasını sağlamıştır.
Rolling Stone India
Neha Tomar, bağımsız müzik sahnesinde kendi kimliğini oluşturmuş ve geleneksel ile modern müziği birleştiren çalışmalarıyla tanınmıştır.
Müzikal kariyerine 2020 yılında başlayan Nato, ilk albümü "Nato is Here"ı ve ardından 2022'de "Nato is Here 2.0" adlı ikinci albümünü yayımlamıştır. Bu albümler, bağımsız müzik sahnesinde dikkat çekmesini sağlamıştır. 2024 yılında "Reboot" albümünü ve "Won't Look Back Now" adlı teklisini yayımlamıştır.
Sanatçı, Kailash Kher gibi tanınmış isimlerle sahne almış ve onun konserlerinde açılış performansları gerçekleştirmiştir. Ayrıca, Kaladhaam Academy'de Hindustani klasik müziği eğitimi alarak müzikal bilgisini derinleştirmiştir.
Neha Tomar, müziğini kişisel deneyimlerinden ilham alarak oluşturduğunu belirtmiştir. Kendi ifadesiyle, "Bazı acı verici ve mutlu anılar, müzik yapma ilhamımı oluşturuyor."
Rolling Stone India
Sanatçı, 2024 yılında Birleşik Krallık'ta "Aarambh" adlı bir turneye çıkmış ve Manchester, Londra ve Birmingham gibi şehirlerde performans sergilemiştir. Bu turne, onun uluslararası alanda tanınmasını sağlamıştır.
Rolling Stone India
Neha Tomar, bağımsız müzik sahnesinde kendi kimliğini oluşturmuş ve geleneksel ile modern müziği birleştiren çalışmalarıyla tanınmıştır.
Chobani, 2005 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde kurulan bir yoğurt markasıdır. Şirketin kurucusu ve CEO'su Hamdi Ulukaya, aslen Erzincan, Türkiye kökenlidir ve 1990'lı yıllarda ABD'ye göç etmiştir. Şirketin temelleri, New York eyaletinin South Edmeston kasabasında, iflas eden eski bir yoğurt fabrikasının satın alınmasıyla atılmıştır. Bu tesis, Hamdi Ulukaya tarafından satın alındıktan sonra kısa sürede üretime geçmiş ve markanın büyümesine zemin hazırlamıştır.
Chobani, özellikle süzme yoğurt (Greek yogurt) kategorisinde ürünleriyle tanınmaktadır. İlk ürünü 2007 yılında piyasaya sürülmüştür. Kısa sürede ABD'de süzme yoğurt pazarının en büyük oyuncularından biri hâline gelmiştir. Şirket, ürün yelpazesini zamanla genişleterek sütlü içecekler, bitkisel bazlı yoğurt alternatifleri ve laktozsuz ürünler gibi farklı kategorilere de giriş yapmıştır.
Şirketin merkezi Norwich, New York'ta yer almaktadır. Chobani, faaliyetlerini yalnızca gıda üretimiyle sınırlı tutmamış, aynı zamanda sosyal girişimcilik ve iş gücünün çeşitliliği konularında da uygulamalarıyla gündeme gelmiştir. Hamdi Ulukaya, özellikle mültecilere iş imkânı sunma politikalarıyla zaman zaman kamuoyunun ilgisini çekmiştir.
Bugün Chobani, yalnızca ABD içinde değil, uluslararası pazarlarda da faaliyet gösteren bir marka hâline gelmiştir. Yoğurt sektöründeki hızlı büyümesi ve dağıtım ağını genişletmesiyle dikkat çeken bir ticari yapı oluşturmuştur. Şirketin halka arz planları zaman zaman gündeme gelmiş ancak şu ana kadar borsaya açılmamıştır. Bununla birlikte, finansal büyüklüğü ve pazardaki konumu itibarıyla özel şirketler arasında önemli bir yer edinmiştir.
Chobani, özellikle süzme yoğurt (Greek yogurt) kategorisinde ürünleriyle tanınmaktadır. İlk ürünü 2007 yılında piyasaya sürülmüştür. Kısa sürede ABD'de süzme yoğurt pazarının en büyük oyuncularından biri hâline gelmiştir. Şirket, ürün yelpazesini zamanla genişleterek sütlü içecekler, bitkisel bazlı yoğurt alternatifleri ve laktozsuz ürünler gibi farklı kategorilere de giriş yapmıştır.
Şirketin merkezi Norwich, New York'ta yer almaktadır. Chobani, faaliyetlerini yalnızca gıda üretimiyle sınırlı tutmamış, aynı zamanda sosyal girişimcilik ve iş gücünün çeşitliliği konularında da uygulamalarıyla gündeme gelmiştir. Hamdi Ulukaya, özellikle mültecilere iş imkânı sunma politikalarıyla zaman zaman kamuoyunun ilgisini çekmiştir.
Bugün Chobani, yalnızca ABD içinde değil, uluslararası pazarlarda da faaliyet gösteren bir marka hâline gelmiştir. Yoğurt sektöründeki hızlı büyümesi ve dağıtım ağını genişletmesiyle dikkat çeken bir ticari yapı oluşturmuştur. Şirketin halka arz planları zaman zaman gündeme gelmiş ancak şu ana kadar borsaya açılmamıştır. Bununla birlikte, finansal büyüklüğü ve pazardaki konumu itibarıyla özel şirketler arasında önemli bir yer edinmiştir.
Fenerbahçe, stat isim hakkı için Amerikan merkezli yoğurt şirketi Chobani ile yıllık 20 milyon Euro karşılığında prensip anlaşmasına vardı.
Anlaşma beş yıllık süreyi kapsıyor ve toplamda 100 milyon Euro'luk bir geliri içeriyor. Chobani'nin sahibi Hamdi Ulukaya'nın kulübe olan ilgisi ve yönetimle olan bağı, bu süreci etkileyen unsurlar arasında yer aldı.
Sözleşmenin imza aşamasına geldiği ve yakın zamanda kamuoyuna duyurulacağı bildirildi. Ayrıca kulüp, forma sponsorluğu için Adidas ile 8 milyon Euro tutarında bir anlaşma daha yaptı.
Anlaşma beş yıllık süreyi kapsıyor ve toplamda 100 milyon Euro'luk bir geliri içeriyor. Chobani'nin sahibi Hamdi Ulukaya'nın kulübe olan ilgisi ve yönetimle olan bağı, bu süreci etkileyen unsurlar arasında yer aldı.
Sözleşmenin imza aşamasına geldiği ve yakın zamanda kamuoyuna duyurulacağı bildirildi. Ayrıca kulüp, forma sponsorluğu için Adidas ile 8 milyon Euro tutarında bir anlaşma daha yaptı.
“Sürpriz”, beklenmedik bir anda gerçekleşen olay ya da durum demektir. Genellikle mutluluk verici, bazen de şok edici olabilir. Ama halk arasında hep olumlu anlamda kullanılır.
Fransızca "surprise" kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Orijinal okunuşu “sürpriz” değil, daha çok “sür-pı-iz” gibidir ama Türkçede bu “sür-priz” olarak sadeleşmiş.
Fransızca "surprise" kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Orijinal okunuşu “sürpriz” değil, daha çok “sür-pı-iz” gibidir ama Türkçede bu “sür-priz” olarak sadeleşmiş.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?