1994 yılında Kahramanmaraş'ta inşa edilen ve Trabzon Bulvarı'nda yer alan , mimari tasarımı ve renk seçimiyle uzun süre tartışma konusu oldu. Renkli dış cephesi ve alışılmışın dışında yapısıyla dikkat çeken bina, zamanla "dünyanın en saçma binası" unvanını kazandı. Google'da bu ifadeyle arama yapıldığında ilk sırada çıkan yapı, sosyal medyada da sıkça mizah konusu haline geldi.
2022 yılında Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi'nin kent meydanı projesi kapsamında yıkımına başlanan binanın yüzde 70'i tıraşlama tekniğiyle yıkıldı . Yıkım sürecinde 270 ton hurda geri dönüşüme kazandırıldı. Binanın yerine, küçük esnafa yönelik dükkan ve ofislerin yer alacağı üç katlı bir iş hanı inşa edilmesi planlanıyor .
Bu bina, mimari tasarımın toplum algısı üzerindeki etkisini ve estetik anlayışın zamanla nasıl değişebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olarak hafızalarda yer etti.
zoobi sözlük, internetteki "herkes her şeyi bilir" iddiasını bir tık daha ileri taşıyıp "herkes hem bilir hem laf sokar" kıvamına getiren, yeni nesil bir dijital mecra. ekşi sözlük'ün kuzenidir ama daha çok “ben sıkıldım burası çok ciddi” diyenlerin kaçıp sığındığı sahil kasabası gibidir.
burada entry'ler ansiklopedik bilgi gibi başlayıp dert yanmayla, anlık krizle ya da ani bir gülme isteğiyle biter. “şu kişi kimdir” diye başlanan başlık, “bu devirde kim güvenilir ki zaten” diye iç dökmeye bağlayabilir. format belli ama ruh hâli sürprizli.
katılmak için öyle her önüne gelene kapı açılmaz. öncelikle içeridekilerden biri seni görecek, “bu çocukta laf var” diyecek. sonra moderasyon da bir göz atacaktır tabii. çünkü zoobi herkesin yazabildiği değil, iyi yazanların eğlendiği bir yer.
kısaca: zoobi sözlük, mizahı ciddiyetle, ciddiyeti de laf sokmayla harmanlayan; “düşün ama çok da ciddiye alma” temalı bir dijital mecradır. bir entry okursun kahkaha atarsın, bir diğerini okur “ben bu acıyı bir yerden biliyorum” dersin. ama her durumda bir şeyler hissedersin. ve bu çağda hissedebilen insan bulmak da öyle kolay değil.
“dava”, “şato”, “dönüşüm” gibi romanlarında hep bir çıkışsızlık, hep bir içe gömülüş vardır. ama gel gör ki en çok konuşulan eserlerinden biri yazmadığı romandan değil, yazdığı mektuplardandır: milena'ya mektuplar. kafka'nın aşkı da bürokratikti adeta. milena'ya mektup yazarken kendi içine dilekçe vermiş gibiydi.
bugün sosyal medyada olsaydı, her gün “story”ye kafkaesk bunalım atardı. kim bilir, belki de “bu sabah da böcek gibi uyandım” tweet'iyle gündem olurdu. ama iyi ki olmamış. çünkü o mektuplar, emojisiz ve filtresiz bir ruhun en saf yansımalarıydı.
kafka, 1924'te almanya'da veremden öldüğünde 40 yaşındaydı. ardında bıraktığı “yayınlama ama sana emanet” tembihine rağmen max brod, sağ olsun, söz dinlemeyip onu edebiyatın ortasına koydu. ne diyelim, bazen en büyük edebi devrimler, arkadaş sözünde durmayınca oluyor.
başta “ikinci el temiz bir şey bulurum” umuduyla girilen sahibinden ilanları arasında bir süre sonra kilometresiyle oynanmış, değişeni gizlenmiş, pert kaydı şüpheli araçlarla baş başa kalırsın. döviz kuru, kasko, mtv, muayene, bakım derken aslında sadece bir direksiyon değil, tüm iç huzurunu devralmış olursun. kredi çekmeye çalışınca da banka değil, adeta psikolojik danışman gibi sorgular seni. ve o an anlarsın: türkiye'de araba almak, sadece mobilite değil, sinir sistemine kalıcı zarar vermek anlamına gelir.
herkesin cebindeki para dar, aracın kendisi zaten servet olmuşken bir de üstüne kasko masrafı eklemek kulağa gereksiz gibi geliyor olabilir. ama 2025 türkiyesinde kasko yaptırmamak bazen çok daha pahalıya patlayabiliyor.
araç parçalarının fiyatı, servis ücretleri ve özellikle büyükşehirlerdeki trafik yoğunluğu düşünüldüğünde, küçük bir kazanın bile faturası ciddi rakamlara ulaşabiliyor. hele bir de karşı tarafla uzlaşma sağlanamazsa, mahkeme süreçleri vs derken kasko bir nevi güvenceye dönüşüyor.
öte yandan sıfır km ya da yeni nesil elektrikli araç sahipleri için kasko çoğu zaman zorunluluğa dönüşmüş durumda. çünkü aracın değeri yüksek ve riski daha büyük. ama 15 yaşındaki bir araç için tam kasko yaptırmak ne kadar mantıklı, orası tartışılır.
2025'te kasko yaptırmak, artık lüks değil risk yönetimi meselesi. arabanın yaşı, kullanım yoğunluğu ve park edilen mahalle bile bu kararı etkiliyor. gereksiz gibi duran masraf, bazen en akıllı harcama olabiliyor.
george orwell, yaşarken 46 yıllık bir ömre çok şey sığdırdı ama muhtemelen bugünü bu kadar isabetli tarif ettiğini görse bile şaşırırdı. çünkü 1984, artık bir roman değil; bir gerçeğin taslağı gibi okunuyor.
büyük birader her yerde, ekranlar hep açık, düşünceler izleniyor, kelimeler yeniden tanımlanıyor. orwell'in “düşünce suçu”, “yeni konuş”, “çiftdüşün” gibi kavramları kurgu değilmiş gibi, neredeyse günümüzün medya düzenine, sansür anlayışına, gözetim toplumuna birebir uyuyor.
hayvan çiftliği ile başlayan eleştirel duruşunu, 1984 ile sertleştirdi. iktidarın dili nasıl dönüştürdüğünü, hakikatin nasıl silikleştiğini, bireyin nasıl yalnızlaştırıldığını anlattı. ama öyle slogan atarak değil, sistemin iç dinamiklerini göstererek.
o bir kehanet yazarı değildi; sadece çok iyi gözlemledi. çünkü orwell, savaşları da gördü, sömürüyü de yaşadı, propagandanın nasıl işlediğini içeriden biliyordu. yazdıkları, ütopyadan çok bir uyarıydı. ama o uyarı bugün hâlâ kulaklara ulaşmıyor gibi.
erken öldü. 1950'de. ama 2024'te bile “büyük birader seni izliyor” sözü geçerliğini koruyorsa, george orwell hâlâ yaşıyor demektir. çünkü bazı yazarlar öldükten sonra değil, dünya onların anlattığı hale geldikten sonra yaşar. orwell tam da öyle biri.
hayattayken eserlerinin çoğu yayımlanmamıştı, yayımlananlar da gerektiği ilgiyi görmedi. franz kafka, kendi yazdıklarına bile yabancı biri gibi yaklaşmıştı; ölümünden sonra yok edilmelerini istemesi bunun en net örneğiydi. ama olmadı. yazdıkları kaldı, bizlere kaldı.
"bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu." diye başlar bir çağın kırılma cümlesi. kafka'nın satırları, bireyin toplumla olan mücadelesini anlatmaz sadece; insanın kendi içindeki yabancılığını da yüze vurur.
hayatı boyunca bir memur odasında dosyalarla boğuşmuş, yazdıklarını ise kimseye göstermemek istemiş biri için trajik bir son: dünya onu öldükten sonra tanıdı. ve tanıdıkça anladı.
dava, şato, dönüşüm... hepsi bir anlamda yarım kalmış ama bu yarımlıkla tam olabilmiş metinlerdir. kafka'nın dünyasında cevap yoktur, çözüm yoktur. ama hissi vardır, tedirginliği, sıkışmışlığı ve çıkışsızlığı çok sahici bir yerden vurur.
erken öldü. ama geç anlaşıldı. belki de bu yüzden, onu okudukça sadece edebiyata değil, insanın varoluş sancılarına da daha yakından bakıyoruz. çünkü franz kafka, bir hikâye anlatıcısı değil; yaşadığı çağın içindeki sıkışmışlık hissinin beden bulmuş halidir.
bugün hâlâ kitapları satıyor, cümleleri dilden dile dolaşıyor ama sabahattin ali artık aramızda değil. çünkü bu ülke, kendi içinden çıkan en derin kalemlerden birini koruyamadı.
sadece bir yazar değil, yaşadığı dönemi anlamanın anahtarıydı. onu okuyan biri, sadece bir karakterin hikâyesini değil, bir toplumun suskunluğunu da görür. devlet, yalnızlık, ahlak, aşk... o kadar yalın ama o kadar güçlü anlatır ki, hissetmeden geçemezsin satırlarından.
erken ölümüyle sadece bir insanın hayatı son bulmadı. bir halkın kendine ayna tutma ihtimali de darbe aldı. çünkü o, bu toprağın içini bilen, çürümüşlüğü korkmadan yazan, duyguyu ham haliyle aktaran nadir kalemlerden biriydi.
bugün onun yaşında nice insan hayatta bile ne olmak istediğini bilmezken, o ömrünü haykırmaya adamıştı. suskunlar onunla konuşmayı öğrendi, kırılanlar onunla teselli buldu.
sabahattin ali, zamansız öldürüldü. ama kelimeleri hâlâ yaşatıyor bizi. belki de onun ardında bıraktığı en büyük miras bu: unutulsa bile, hissettirdikleri hatırlanmaya devam ediyor.
x'te işlerin artık parayla döndüğünü anlayan sosyal medya kullanıcısının istemeye istemeye yeni mecralara yönelmesi, daha özgür olması hasebiyle de bluesky'a gittiği gerçeğidir.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır. katkıda bulunmak istemez misin?