2025 yılının 19 Mart günü, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Yüksek Seçim Kurulu üyelerine hakaret ettiği iddiasıyla kesinleşen ceza gerekçesiyle tutuklanmıştı. Siyasi iklimde uzun süredir beklenen bir kırılma noktasıydı bu. O günden bu yana tam 100 gün geçti.
Bu 100 gün boyunca hem yargı süreci hem de muhalefetin tavrı sıkça tartışma konusu oldu. CHP içinde liderlik tartışmaları sürerken, İmamoğlu'nun tutukluluğu, muhalefet tabanında büyük bir dayanışma ve reaksiyon doğurdu.
1 Temmuz 2025 Salı akşamı saat 20.30'da, İstanbul Saraçhane Meydanı, bu süreci protesto etmek ve hafızayı tazelemek isteyen binlerce insanı ağırlamaya hazırlanıyor. Sosyal medyada #100Karası etiketiyle organize edilen buluşmanın, İmamoğlu'nun siyasi mücadelesine sahip çıkma çağrısı olduğu kadar, otoriterleşmeye karşı toplumsal direnişin de bir simgesi olması hedefleniyor.
Kimi için bir anma, kimi için bir uyanış. Ama herkes için hatırlanması gereken bir gün .
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, başkanlık koltuğuna oturduğunda birçok kişi onu sadece geçiş dönemi figürü olarak görüyordu. Ancak özellikle son haftalarda attığı adımlar, bu algıyı değiştirmeye başladı. Ekrem İmamoğlu'nun olası adaylığı konusunda geri adım atmaması, onun arkasında net biçimde durması ve partiyi sokakta da görünür kılma çabaları — örneğin mitingler düzenleyerek toplumsal muhalefeti canlandırma hamleleri — Özel'in daha kararlı bir lider profiline evrildiğini düşündürtüyor.
Ancak bu tabloya gölge düşüren detaylar da var. Özel'in asgari ücrete üç ayda bir zam yapılmalı önerisi ile din eğitimi üzerine yaptığı açıklamalar, hâlâ bir tür “acelecilik” ve hazırlıksızlık havası taşıyor. Bu söylemler, teknik detaydan ve kamuoyunun hassasiyetlerinden uzak olunca, gündemi belirlemek yerine gereksiz tartışmaların kapısını aralıyor.
Özel'in liderlik yolunda önemli sinyaller verdiği açık. Ama hâlâ iletişim ve politika geliştirme sürecinde ciddi bir danışman eksikliği olduğu da ortada. Yani bir yandan siyaseten güçleniyor, ama diğer yandan bazı açıklamalarıyla kendi attığı adımların gölgesinde kalıyor.
Ancak bu tabloya gölge düşüren detaylar da var. Özel'in asgari ücrete üç ayda bir zam yapılmalı önerisi ile din eğitimi üzerine yaptığı açıklamalar, hâlâ bir tür “acelecilik” ve hazırlıksızlık havası taşıyor. Bu söylemler, teknik detaydan ve kamuoyunun hassasiyetlerinden uzak olunca, gündemi belirlemek yerine gereksiz tartışmaların kapısını aralıyor.
Özel'in liderlik yolunda önemli sinyaller verdiği açık. Ama hâlâ iletişim ve politika geliştirme sürecinde ciddi bir danışman eksikliği olduğu da ortada. Yani bir yandan siyaseten güçleniyor, ama diğer yandan bazı açıklamalarıyla kendi attığı adımların gölgesinde kalıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu, siyasetin sahnesinden tam anlamıyla çekilmeye hiç niyeti olmadığını bir kez daha gösterdi. Bugün Ankara'da görülen mahkeme, CHP içindeki tüzük tartışmalarının yargıya taşınmasının ne kadar ciddi bir iç kriz doğurduğunu ortaya koyarken, Kılıçdaroğlu'nun kurultay sürecine dair yaptığı son açıklamalar, “görev istenmez, verilir” kalıbına sığınarak koltuğa geri dönüş niyetini perdelemeye çalışması olarak yorumlandı.
Özgür Özel'in genel başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana geçen sürede CHP içinde “emanetçi mi değil mi” sorusu hiç tam anlamıyla gündemden düşmedi. Ancak son yaşananlar, Kılıçdaroğlu'nun siyasetten değil, sadece spot ışıksızlıktan emekli olduğunu gösteriyor. Parti tabanında ise bu durum “koltuk sevdası artık politik bir refleks değil, kişisel bir ısrara dönüştü” şeklinde değerlendiriliyor. Mahkeme süreci, sadece CHP'nin değil, muhalefetin geleceğinin de şekilleneceği yeni bir yol ayrımına işaret ediyor.
Özgür Özel'in genel başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana geçen sürede CHP içinde “emanetçi mi değil mi” sorusu hiç tam anlamıyla gündemden düşmedi. Ancak son yaşananlar, Kılıçdaroğlu'nun siyasetten değil, sadece spot ışıksızlıktan emekli olduğunu gösteriyor. Parti tabanında ise bu durum “koltuk sevdası artık politik bir refleks değil, kişisel bir ısrara dönüştü” şeklinde değerlendiriliyor. Mahkeme süreci, sadece CHP'nin değil, muhalefetin geleceğinin de şekilleneceği yeni bir yol ayrımına işaret ediyor.
evet evet, tam da bu.
her ayın başı geldiğinde banka uygulamasına girip kira tutarını gönderen parmaklar, aslında sadece bir evin değil, sessizce geçip giden ömrün de kirasını ödüyor olabilir mi? çünkü artık bu ülkede “bir yere ait olmak” değil mesele. mesele, “bir ay daha barınabilmek”.
kirada oturanlar bilir.
her ay yatırılan kira, bir emek değil de sanki bir “devam etme hakkı” gibi. o meblağ yatmazsa hayat duracakmış gibi. ve bu döngü öyle alışıldık bir hâle geliyor ki, insan zamanla “ev” kavramını değil, “geçici izinli barınak” hissini benimsiyor. çamaşırını yıkadığın, camdan dışarı baktığın, bazen ağladığın dört duvar, senin değil. aidiyet değil, mecburiyet duygusu.
kirayı zamanında yatırmak, ömürden gün düşmek gibi.
ve bu hafiflik, aslında taşıması en ağır şey. çünkü artık insanlar ev sahibi olma hayalini değil, “seneye bu evde kalabilir miyim?” kaygısını yaşıyor. kira, yalnızca bir ödeme değil; geçim, yaşam, hatta hayal kirası.
kirayı ödüyorsun, bir yandan da hayallerini taksitle erteliyorsun.
ve hayat, kira öder gibi geçip gidiyor. hem de hiç oturmamış gibi içinde.
her ayın başı geldiğinde banka uygulamasına girip kira tutarını gönderen parmaklar, aslında sadece bir evin değil, sessizce geçip giden ömrün de kirasını ödüyor olabilir mi? çünkü artık bu ülkede “bir yere ait olmak” değil mesele. mesele, “bir ay daha barınabilmek”.
kirada oturanlar bilir.
her ay yatırılan kira, bir emek değil de sanki bir “devam etme hakkı” gibi. o meblağ yatmazsa hayat duracakmış gibi. ve bu döngü öyle alışıldık bir hâle geliyor ki, insan zamanla “ev” kavramını değil, “geçici izinli barınak” hissini benimsiyor. çamaşırını yıkadığın, camdan dışarı baktığın, bazen ağladığın dört duvar, senin değil. aidiyet değil, mecburiyet duygusu.
kirayı zamanında yatırmak, ömürden gün düşmek gibi.
ve bu hafiflik, aslında taşıması en ağır şey. çünkü artık insanlar ev sahibi olma hayalini değil, “seneye bu evde kalabilir miyim?” kaygısını yaşıyor. kira, yalnızca bir ödeme değil; geçim, yaşam, hatta hayal kirası.
kirayı ödüyorsun, bir yandan da hayallerini taksitle erteliyorsun.
ve hayat, kira öder gibi geçip gidiyor. hem de hiç oturmamış gibi içinde.
1994 yılında Kahramanmaraş'ta inşa edilen ve Trabzon Bulvarı'nda yer alan , mimari tasarımı ve renk seçimiyle uzun süre tartışma konusu oldu. Renkli dış cephesi ve alışılmışın dışında yapısıyla dikkat çeken bina, zamanla "dünyanın en saçma binası" unvanını kazandı. Google'da bu ifadeyle arama yapıldığında ilk sırada çıkan yapı, sosyal medyada da sıkça mizah konusu haline geldi.
Yapay zekanın çizdiği dünyanın en saçma binası:
![dünyanın en saçma binası dünyanın en saçma binası]()
2022 yılında Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi'nin kent meydanı projesi kapsamında yıkımına başlanan binanın yüzde 70'i tıraşlama tekniğiyle yıkıldı . Yıkım sürecinde 270 ton hurda geri dönüşüme kazandırıldı. Binanın yerine, küçük esnafa yönelik dükkan ve ofislerin yer alacağı üç katlı bir iş hanı inşa edilmesi planlanıyor .
Bu bina, mimari tasarımın toplum algısı üzerindeki etkisini ve estetik anlayışın zamanla nasıl değişebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olarak hafızalarda yer etti.
Yapay zekanın çizdiği dünyanın en saçma binası:
2022 yılında Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi'nin kent meydanı projesi kapsamında yıkımına başlanan binanın yüzde 70'i tıraşlama tekniğiyle yıkıldı . Yıkım sürecinde 270 ton hurda geri dönüşüme kazandırıldı. Binanın yerine, küçük esnafa yönelik dükkan ve ofislerin yer alacağı üç katlı bir iş hanı inşa edilmesi planlanıyor .
Bu bina, mimari tasarımın toplum algısı üzerindeki etkisini ve estetik anlayışın zamanla nasıl değişebileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olarak hafızalarda yer etti.
zoobi sözlük, internetteki "herkes her şeyi bilir" iddiasını bir tık daha ileri taşıyıp "herkes hem bilir hem laf sokar" kıvamına getiren, yeni nesil bir dijital mecra. ekşi sözlük'ün kuzenidir ama daha çok “ben sıkıldım burası çok ciddi” diyenlerin kaçıp sığındığı sahil kasabası gibidir.
burada entry'ler ansiklopedik bilgi gibi başlayıp dert yanmayla, anlık krizle ya da ani bir gülme isteğiyle biter. “şu kişi kimdir” diye başlanan başlık, “bu devirde kim güvenilir ki zaten” diye iç dökmeye bağlayabilir. format belli ama ruh hâli sürprizli.
katılmak için öyle her önüne gelene kapı açılmaz. öncelikle içeridekilerden biri seni görecek, “bu çocukta laf var” diyecek. sonra moderasyon da bir göz atacaktır tabii. çünkü zoobi herkesin yazabildiği değil, iyi yazanların eğlendiği bir yer.
kısaca: zoobi sözlük, mizahı ciddiyetle, ciddiyeti de laf sokmayla harmanlayan; “düşün ama çok da ciddiye alma” temalı bir dijital mecradır. bir entry okursun kahkaha atarsın, bir diğerini okur “ben bu acıyı bir yerden biliyorum” dersin. ama her durumda bir şeyler hissedersin. ve bu çağda hissedebilen insan bulmak da öyle kolay değil.
burada entry'ler ansiklopedik bilgi gibi başlayıp dert yanmayla, anlık krizle ya da ani bir gülme isteğiyle biter. “şu kişi kimdir” diye başlanan başlık, “bu devirde kim güvenilir ki zaten” diye iç dökmeye bağlayabilir. format belli ama ruh hâli sürprizli.
katılmak için öyle her önüne gelene kapı açılmaz. öncelikle içeridekilerden biri seni görecek, “bu çocukta laf var” diyecek. sonra moderasyon da bir göz atacaktır tabii. çünkü zoobi herkesin yazabildiği değil, iyi yazanların eğlendiği bir yer.
kısaca: zoobi sözlük, mizahı ciddiyetle, ciddiyeti de laf sokmayla harmanlayan; “düşün ama çok da ciddiye alma” temalı bir dijital mecradır. bir entry okursun kahkaha atarsın, bir diğerini okur “ben bu acıyı bir yerden biliyorum” dersin. ama her durumda bir şeyler hissedersin. ve bu çağda hissedebilen insan bulmak da öyle kolay değil.
“dava”, “şato”, “dönüşüm” gibi romanlarında hep bir çıkışsızlık, hep bir içe gömülüş vardır. ama gel gör ki en çok konuşulan eserlerinden biri yazmadığı romandan değil, yazdığı mektuplardandır: milena'ya mektuplar. kafka'nın aşkı da bürokratikti adeta. milena'ya mektup yazarken kendi içine dilekçe vermiş gibiydi.
bugün sosyal medyada olsaydı, her gün “story”ye kafkaesk bunalım atardı. kim bilir, belki de “bu sabah da böcek gibi uyandım” tweet'iyle gündem olurdu. ama iyi ki olmamış. çünkü o mektuplar, emojisiz ve filtresiz bir ruhun en saf yansımalarıydı.
kafka, 1924'te almanya'da veremden öldüğünde 40 yaşındaydı. ardında bıraktığı “yayınlama ama sana emanet” tembihine rağmen max brod, sağ olsun, söz dinlemeyip onu edebiyatın ortasına koydu. ne diyelim, bazen en büyük edebi devrimler, arkadaş sözünde durmayınca oluyor.
bugün sosyal medyada olsaydı, her gün “story”ye kafkaesk bunalım atardı. kim bilir, belki de “bu sabah da böcek gibi uyandım” tweet'iyle gündem olurdu. ama iyi ki olmamış. çünkü o mektuplar, emojisiz ve filtresiz bir ruhun en saf yansımalarıydı.
kafka, 1924'te almanya'da veremden öldüğünde 40 yaşındaydı. ardında bıraktığı “yayınlama ama sana emanet” tembihine rağmen max brod, sağ olsun, söz dinlemeyip onu edebiyatın ortasına koydu. ne diyelim, bazen en büyük edebi devrimler, arkadaş sözünde durmayınca oluyor.
başta “ikinci el temiz bir şey bulurum” umuduyla girilen sahibinden ilanları arasında bir süre sonra kilometresiyle oynanmış, değişeni gizlenmiş, pert kaydı şüpheli araçlarla baş başa kalırsın. döviz kuru, kasko, mtv, muayene, bakım derken aslında sadece bir direksiyon değil, tüm iç huzurunu devralmış olursun. kredi çekmeye çalışınca da banka değil, adeta psikolojik danışman gibi sorgular seni. ve o an anlarsın: türkiye'de araba almak, sadece mobilite değil, sinir sistemine kalıcı zarar vermek anlamına gelir.
herkesin cebindeki para dar, aracın kendisi zaten servet olmuşken bir de üstüne kasko masrafı eklemek kulağa gereksiz gibi geliyor olabilir. ama 2025 türkiyesinde kasko yaptırmamak bazen çok daha pahalıya patlayabiliyor.
araç parçalarının fiyatı, servis ücretleri ve özellikle büyükşehirlerdeki trafik yoğunluğu düşünüldüğünde, küçük bir kazanın bile faturası ciddi rakamlara ulaşabiliyor. hele bir de karşı tarafla uzlaşma sağlanamazsa, mahkeme süreçleri vs derken kasko bir nevi güvenceye dönüşüyor.
öte yandan sıfır km ya da yeni nesil elektrikli araç sahipleri için kasko çoğu zaman zorunluluğa dönüşmüş durumda. çünkü aracın değeri yüksek ve riski daha büyük. ama 15 yaşındaki bir araç için tam kasko yaptırmak ne kadar mantıklı, orası tartışılır.
2025'te kasko yaptırmak, artık lüks değil risk yönetimi meselesi. arabanın yaşı, kullanım yoğunluğu ve park edilen mahalle bile bu kararı etkiliyor. gereksiz gibi duran masraf, bazen en akıllı harcama olabiliyor.
araç parçalarının fiyatı, servis ücretleri ve özellikle büyükşehirlerdeki trafik yoğunluğu düşünüldüğünde, küçük bir kazanın bile faturası ciddi rakamlara ulaşabiliyor. hele bir de karşı tarafla uzlaşma sağlanamazsa, mahkeme süreçleri vs derken kasko bir nevi güvenceye dönüşüyor.
öte yandan sıfır km ya da yeni nesil elektrikli araç sahipleri için kasko çoğu zaman zorunluluğa dönüşmüş durumda. çünkü aracın değeri yüksek ve riski daha büyük. ama 15 yaşındaki bir araç için tam kasko yaptırmak ne kadar mantıklı, orası tartışılır.
2025'te kasko yaptırmak, artık lüks değil risk yönetimi meselesi. arabanın yaşı, kullanım yoğunluğu ve park edilen mahalle bile bu kararı etkiliyor. gereksiz gibi duran masraf, bazen en akıllı harcama olabiliyor.
george orwell, yaşarken 46 yıllık bir ömre çok şey sığdırdı ama muhtemelen bugünü bu kadar isabetli tarif ettiğini görse bile şaşırırdı.
çünkü 1984, artık bir roman değil; bir gerçeğin taslağı gibi okunuyor.
büyük birader her yerde, ekranlar hep açık, düşünceler izleniyor, kelimeler yeniden tanımlanıyor. orwell'in “düşünce suçu”, “yeni konuş”, “çiftdüşün” gibi kavramları kurgu değilmiş gibi, neredeyse günümüzün medya düzenine, sansür anlayışına, gözetim toplumuna birebir uyuyor.
hayvan çiftliği ile başlayan eleştirel duruşunu, 1984 ile sertleştirdi. iktidarın dili nasıl dönüştürdüğünü, hakikatin nasıl silikleştiğini, bireyin nasıl yalnızlaştırıldığını anlattı. ama öyle slogan atarak değil, sistemin iç dinamiklerini göstererek.
o bir kehanet yazarı değildi; sadece çok iyi gözlemledi. çünkü orwell, savaşları da gördü, sömürüyü de yaşadı, propagandanın nasıl işlediğini içeriden biliyordu. yazdıkları, ütopyadan çok bir uyarıydı. ama o uyarı bugün hâlâ kulaklara ulaşmıyor gibi.
erken öldü. 1950'de. ama 2024'te bile “büyük birader seni izliyor” sözü geçerliğini koruyorsa, george orwell hâlâ yaşıyor demektir.
çünkü bazı yazarlar öldükten sonra değil, dünya onların anlattığı hale geldikten sonra yaşar. orwell tam da öyle biri.
çünkü 1984, artık bir roman değil; bir gerçeğin taslağı gibi okunuyor.
büyük birader her yerde, ekranlar hep açık, düşünceler izleniyor, kelimeler yeniden tanımlanıyor. orwell'in “düşünce suçu”, “yeni konuş”, “çiftdüşün” gibi kavramları kurgu değilmiş gibi, neredeyse günümüzün medya düzenine, sansür anlayışına, gözetim toplumuna birebir uyuyor.
hayvan çiftliği ile başlayan eleştirel duruşunu, 1984 ile sertleştirdi. iktidarın dili nasıl dönüştürdüğünü, hakikatin nasıl silikleştiğini, bireyin nasıl yalnızlaştırıldığını anlattı. ama öyle slogan atarak değil, sistemin iç dinamiklerini göstererek.
o bir kehanet yazarı değildi; sadece çok iyi gözlemledi. çünkü orwell, savaşları da gördü, sömürüyü de yaşadı, propagandanın nasıl işlediğini içeriden biliyordu. yazdıkları, ütopyadan çok bir uyarıydı. ama o uyarı bugün hâlâ kulaklara ulaşmıyor gibi.
erken öldü. 1950'de. ama 2024'te bile “büyük birader seni izliyor” sözü geçerliğini koruyorsa, george orwell hâlâ yaşıyor demektir.
çünkü bazı yazarlar öldükten sonra değil, dünya onların anlattığı hale geldikten sonra yaşar. orwell tam da öyle biri.
neden bekliyorsun?
bu sözlük, duygu ve düşüncelerini özgürce paylaştığın bir platform, hislerini tercüme eden özgür bilgi kaynağıdır.
katkıda bulunmak istemez misin?